Sonsuzluğa Fısıltılar

Gün batımının altın rengi, eski taş duvarların yorgun yüzünde hüzünlü bir veda busesi bırakıyordu. Zamanın yıprattığı bu kadim yapı, nice fırtınalara, sevinç çığlıklarına ve sessiz gözyaşlarına şahitlik etmişti. Şimdi ise, üzerinde biriken yosunların fısıltıları ve çatlaklarından sızan rüzgarın uhrevi melodisiyle geçmişin derinliklerine doğru çekiliyordu.

İçeride, loş bir ışık huzmesi tozlu rafların arasından süzülüyor, ciltleri sararmış kitapların sırlarla dolu dünyasına davetiye çıkarıyordu. Her bir satır, unutulmuş bir zamanın yankısı, kayıp bir ruhun feryadı gibiydi. Kahramanlar canlanıyor, aşklar yeşeriyor, ihanetler karanlık gölgeler gibi sayfalara sinmiş bekliyordu.

Bir köşede, yarı yanmış bir mumun etrafında toplanan gölgeler, hayalperest bir şairin mısralarını fısıldıyordu. Kelimeler, ruhun derinliklerinden kopup gelen birer inci tanesi gibiydi; bazen hüzünlü bir ağıt, bazen coşkun bir övgü. Her bir dize, evrenin sonsuzluğuna açılan bir pencere, kalbin labirentlerinde yankılanan bir sesti.

Dışarıda gece usulca inerken, yıldızlar gökyüzünde pırıltılı birer elmas gibi beliriyordu. Sessizlik, evrenin kadim şarkısını fısıldayan bir örtü gibi her şeyi sarıyordu. Ve o an, zamanın ötesinde bir bağ kuruluyordu; okuyucu, yazar ve satırlar arasında sonsuzluğa uzanan bir köprü… Edebiyatın büyüsü işte buydu; kelimelerin ötesine geçmek, ruhları birbirine dokundurmak ve sonsuzluğun fısıltılarını duymak.

Ömer Taylan Demir