Yağmur sonrası toprak kokusu, ıslak yaprakların hışırtısıyla karışarak melankolik bir senfoni oluşturuyordu. Gri bulutların ardında saklanan güneş, ara sıra kendini gösterip nemli yüzeylerde kısa süreli parıltılar yaratıyordu. Bu hüzünlü atmosferde, eski bir gramofonun çatlaklarından sızan bir melodi, zamanın ötesinden gelen bir fısıltı gibiydi.
Pikabın üzerinde dönen siyah plak, geçmişin tozlu sayfalarından bir anıyı taşıyordu. Belki bir aşkın ilk dansı, belki de hüzünlü bir ayrılığın son bakışı… Notalar, havada dans eden hayaletler gibiydi; her biri bir duygu, bir anı, bir kayıp zamanın izi.
Odanın loş ışığında, gölgeler uzayıp kısalırken, dinleyen kişi kendini müziğin kollarına bırakmıştı. Gözleri kapalı, zihni geçmişin labirentlerinde dolaşıyordu. O kaybolmuş melodi, ruhunun derinliklerinde bir yankı buluyor, unutulmuş duyguları yeniden canlandırıyordu.
Piyanonun tuşlarına dokunan parmakların hayali, kemanın hüzünlü sesi, trompetin coşkusu… Her bir enstrüman, ayrı bir hikaye anlatıyor, ayrı bir dünyanın kapılarını aralıyordu. Müzik, kelimelerin kifayetsiz kaldığı yerde konuşuyor, kalpleri birbirine bağlıyordu.
Melodi yavaş yavaş sona ererken, geriye tatlı bir hüzün ve tarifsiz bir boşluk kalıyordu. Sanki zaman durmuş, evren susmuştu. Ama o kaybolmuş melodi, dinleyenin ruhunda sonsuza dek yaşamaya devam edecekti; geçmişin fısıltısı, hatıraların sıcaklığı ve müziğin ölümsüzlüğü…